Düşünün ki 35 saat sürecek karmaşık bir beyin ameliyatına giriyorsunuz. Anestezist son ilacı damarlarınıza verdiğinde, bilinciniz bir ışığın sönmesi gibi kapanır. Zaman ve mekân algısı yok olur. Dışarıda saatler, günler geçerken, doktorlar bedeninizi kesip biçerken sizin için mutlak bir “hiçlik” vardır. Ne bir rüya, ne bir his, ne bir düşünce… Sadece yokluk. 35 saat sonra gözlerinizi açtığınızda ise hissettiğiniz tek şey, bir anlık bir kesintidir. Sanki bir saniye önce uykuya dalmış ve hemen uyanmışsınızdır. Aradaki 35 saate, yani 2100 dakikaya dair beyninizde tek bir veri kırıntısı bile yoktur. O zaman dilimi, sizin için hiç yaşanmamıştır.
İşte ölüm, bu 35 saatlik ameliyatın geri dönüşü olmayan, sonsuzluğa yayılmış halidir.
Bu, bir karanlıkta sonsuza dek beklemek değildir. Çünkü bekleyecek bir “siz” kalmaz. Bu, bir boşlukta süzülmek değildir. Çünkü süzülecek bir bilinç yoktur. Bu, basitçe, deneyimin, algının ve varlığın tamamen sona ermesidir. Bilincinizi mümkün kılan o karmaşık biyokimyasal ve elektriksel fırtınanın dinmesidir.
Bu düşünceyi destekleyen bir başka güçlü fikir de doğumdan önceki halimizdir. Siz doğmadan önce evren 13.8 milyar yıl boyunca vardı. Dinozorlar yeryüzünde gezdi, yıldızlar doğdu ve öldü, imparatorluklar kuruldu ve yıkıldı. O sonsuzluk kadar uzun sürede neredeydiniz? O hiçlik sizi rahatsız etti mi? Hayır. Çünkü “siz” henüz yoktunuz. Ölüm, muhtemelen bu simetrinin diğer ucudur: Var olmadan önceki hiçliğe geri dönmek.
Peki Bu “Acımasız Gerçek” Bize Ne Söyler?
İlk anda bu fikir insana bir umutsuzluk, bir anlamsızlık hissi verebilir. Şarap akan nehirlerin, altından köşklerin veya ruhani bir aydınlanmanın vaat edildiği bir sonsuzluk projesinin yanında, “fişin çekilmesi” fikri yavan ve acımasız görünebilir.
Ancak madalyonu çevirdiğimizde, bu fikrin aslında insanlığa sunulmuş en büyük hediye ve en güçlü motivasyon olduğunu görürüz:
Eğer bu hayat bir prova değil de oyunun kendisiyse, o zaman her saniye, her nefes, her gün batımı paha biçilmez bir değere kavuşur. Ertelenecek ikinci bir perde, telafi edilecek bir sonsuzluk yoktur. Elimizdeki tek sermaye, bu somut, kırılgan ve sınırlı zamandır.
Anlam, gökyüzünden indirilen veya ölümden sonra bulunacak bir şey olmaktan çıkar. Anlam; kurduğumuz ilişkilerde, dokunduğumuz hayatlarda, öğrendiğimiz bilgilerde, ürettiğimiz sanatta, gösterdiğimiz merhamette ve bıraktığımız iyi anılarda bizim tarafımızdan yaratılması gereken bir şeye dönüşür. Hayatımızın anlamı, başka bir boyutta değil, tam olarak bu dünyada, kendi ellerimizle inşa edilir.
Cennet vaadiyle motive olmak veya cehennem korkusuyla ahlaklı olmaya çalışmak yerine, ahlakın ve iyiliğin kendisi bir amaç haline gelir. İyilik, bir ödül beklentisiyle yapılan bir yatırım değil, bu kısacık varoluşu hem kendimiz hem de başkaları için daha yaşanılır kılma eyleminin ta kendisidir.
Bizi bekleyen sonsuz bir tatil veya hesaplaşma yoksa, o zaman yaşanacak tek bir tatil, hesaplaşılacak tek bir vicdan vardır: Şimdiki.
Bir tane hayatınız var. Bu, bir lanet değil, mucizenin kendisi. Sonsuz olasılık barındıran bir evrende, tam da bu zamanda, bu bedende, bu bilinçle var olma piyangosu. Bu somut gerçekliği idrak etmek, bizi depresif bir hiçliğe değil, tam tersine, hayatı coşkuyla, tutkuyla ve farkındalıkla yaşama sorumluluğuna davet eder. Çünkü sonsuz anesteziden önceki bu kısa uyanıklık anı, sahip olduğumuz tek şeydir. Ve bu, onu her şeye değer kılmak için yeterlidir.