31 Mart 2024 yerel seçimleri, Erdoğan rejimi için sadece bir hezimet değil, aynı zamanda sistemin bütünlüğünü tehdit eden yapısal bir sarsıntıydı. AKP, Türkiye’nin en büyük metropollerinde ve Anadolu’nun geniş bir coğrafyasında yerel iktidarını kaybetti. Bu durum, rejimin ideolojik meşruiyetini, ekonomik dağıtım ağlarını ve bürokratik kadrolar üzerindeki hakimiyetini ciddi şekilde sarstı. Özellikle İstanbul’un yeniden Ekrem İmamoğlu tarafından kazanılması, sadece bir belediye başkanlığı zaferi değil; muhalefetin olası iktidar yürüyüşü açısından da tarihsel bir dönüm noktasıydı.
Bu bağlamda, Haziran 2024’te İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) hakkında yaptığı açıklamalar ve “suç örgütü” ithamı, Erdoğan rejiminin seçim yenilgisi sonrası geliştirdiği yeni bir saldırı fazına işaret ediyordu. Yerlikaya’nın suç örgütleriyle mücadele söylemi altında İBB’yi ve dolayısıyla İmamoğlu’nu hedef alması, iktidarın yeniden güvenlikçi aygıtları ve yargı bürokrasisini kullanarak siyasi zemin yaratma stratejisinin tipik bir örneğidir.
Suç Örgütü Söylemi: Yeni Dönemin 28 Şubat’ı mı?
İçişleri Bakanlığı’nın 2023-2024 arasında yürüttüğü “Kalkan”, “Mahzen” ve “Sibergöz” adlı operasyonlar; başlangıçta AKP içindeki bazı kliklerin zayıflatılmasını hedefleyen bir iç temizlik işlevi görüyordu. Ancak seçim sonrası bu operasyonlar giderek siyasal muhalefeti hedef alan yeni bir baskı aracına dönüştü. Yerlikaya’nın İBB ile bağlantılı kişilere yönelik “suç örgütü” vurgusu, kamuoyunda yaratılmak istenen algının doğrudan İmamoğlu’nu kriminalize etmeye dönük olduğunu gösteriyor.
Burada AKP’nin klasik “vesayetle mücadele” anlatısını ters yüz ederek kendisinin yeni bir vesayet aygıtı haline geldiğini görmek gerekir. Erdoğan rejimi, bir yandan yargı ve emniyet içindeki kendi kadrolarını konsolide ederken, diğer yandan bu yapıları muhalefeti bastırmak için kullanıyor. Yargının ve emniyetin siyasallaştırılması, artık olağanüstü hal koşullarına bile ihtiyaç duyulmadan sürdürülen kalıcı bir otoriterliğin parçası haline gelmiş durumda.
İBB ve İmamoğlu Üzerinden Yürütülen Siyasi Rehabilitasyon Operasyonu
İktidar, 31 Mart yenilgisinin ardından büyükşehir belediyelerinin, özellikle de İstanbul’un kaynaklarını yeniden kontrol altına almak için önce mülkiye müfettişlerini, sonra da medya yoluyla itibarsızlaştırmayı devreye soktu. Şimdi ise İçişleri Bakanlığı eliyle İBB’ye yönelik bir yargı ve emniyet operasyonu hazırlığı yapılıyor. Bu hamlenin amacı, İmamoğlu’nun 2028’e uzanabilecek yükselişini kırmak, belediyenin meşruiyetini sorgulamak ve muhalefet blokunu psikolojik olarak savunmaya zorlamak.
Erdoğan’ın bu stratejisi aynı zamanda rejim içindeki yeni güç dizilimlerini de şekillendirme hedefi taşıyor. Yerlikaya’nın öne çıkarılması, hem Süleyman Soylu’nun mirasını tasfiye etme sürecinin devamı hem de İçişleri Bakanlığı’nın yeniden “reislik” üzerinden değil “devlet aklı” kisvesiyle yürütülecek bir güvenlik siyasetine kavuşturulması anlamına geliyor. Ancak bu yeni figürlerin kullandığı dil, eski yöntemlerin güncellenmiş bir biçiminden öteye geçmiyor.
Kayyum Hazırlığı mı? Siyasal Tehdit mi?
Söz konusu “suç örgütüyle ilişki” söylemi, teknik bir soruşturmadan çok siyasi bir zemin oluşturma çabasıdır. Bu zemin, ileride İBB’ye kayyum atanmasının ya da yetkilerinin tırpanlanmasının önünü açabilecek şekilde örülüyor. Tıpkı HDP belediyelerine yönelik uygulamalarda olduğu gibi, merkezi idarenin yerel özerkliği hiçe sayan pratikleri, İstanbul için de gündeme getirilebilir. Ancak burada Kürt hareketine uygulanan kayyum siyasetinin metropolde devreye sokulması, daha farklı toplumsal ve siyasi tepkileri tetikleyebilir. Rejim bunu hesaplıyor ve kademeli adımlarla, toplumun direncini test ederek ilerliyor.
Bu noktada Erdoğan’ın hedefi, İmamoğlu’nu görevden almak değil; onu her an görevden alınabilir, tartışmalı ve yıpranmış bir aktöre dönüştürmek. Yani kayyum yerine “sürekli kriminalize edilerek etkisizleştirilen bir muhalif lider” yaratmak istiyor. Bu yöntem, hem hukuki risk yaratmadan uygulanabilir hem de kamuoyunda “bakın biz görevden almadık ama soruşturma var” denilerek meşrulaştırılabilir.
CHP ve Muhalefet Cephesi Ne Yapmalı?
Muhalefetin bu yeni otoriter faza yanıtı, yalnızca “yargı bağımsızlığı” ve “hukuka aykırılık” vurgusu üzerinden verilemez. Çünkü rejim, çoktan hukuk dışılığı norm haline getirmiş durumda. Bu nedenle CHP başta olmak üzere muhalefet cephesinin, bu saldırıların siyasi anlamını doğrudan teşhir eden, halkı örgütlemeye dönük, daha militan ama stratejik bir dil geliştirmesi gerekiyor.
Ayrıca bu saldırılar, İstanbul özelinde İmamoğlu etrafında şekillenen yeni muhalefet odaklarının da sınavıdır. İmamoğlu, kendi tabanını pasifize eden değil; onu politikleştiren, sokakta ve sahada var eden bir liderliğe yönelmelidir. Bu da onu yalnızca belediye başkanı değil, aynı zamanda bir siyasal aktör olarak konumlandıracaktır.
Rejimin İç Dönüşümü: İstihbarat, Bürokrasi ve Sermaye Arasındaki Yeni İttifak
Öte yandan Erdoğan rejimi, 31 Mart yenilgisi sonrası yalnızca muhalefete değil, kendi içindeki kliklere karşı da yeniden konumlanıyor. Yerlikaya’nın öne çıkarılması, Hakan Fidan’ın artan etkisi, Mehmet Şimşek’in sermaye sınıfı içindeki ağırlığı ve yargı bürokrasisindeki operasyonlar; devlet içindeki yeni bir hizalanmanın ipuçlarını veriyor. Bu hizalanma, Erdoğan’ın 2028 sonrası için kurduğu “rejimi kalıcılaştırma” projesinin de zeminini oluşturuyor.
Bu bağlamda İstanbul’un kaybedilmesi, sadece bir yerel seçim yenilgisi değil; aynı zamanda bu yeni hizalanmaların önündeki en büyük engel olarak görülüyor. Çünkü İstanbul, hem ekonomik kaynaklar hem de rejimin sembolik kudreti açısından merkezi bir konumda. İBB’nin el değiştirmesi, rejimin bürokratik ve finansal ağlarında bir çözülme başlatabilir. Dolayısıyla İstanbul, artık yalnızca bir belediye değil; rejimin bekası için savaş alanıdır.
Sonuç: Krizden Çıkış Değil, Krizi Yönetme Stratejisi
Erdoğan rejimi, büyük bir siyasal, ekonomik ve toplumsal krizle karşı karşıya. Ancak bu krizden çıkmak için demokratikleşme ya da normalleşme yolunu değil, krizi yönetmeye ve kontrollü hale getirmeye dayalı bir otoriter konsolidasyon stratejisini tercih ediyor. Suç örgütü söylemi, kayyum tehdidi, yargı operasyonları ve medya manipülasyonları bu stratejinin parçası.
Bu süreçte muhalefetin temel sorumluluğu, rejimin saldırılarını yalnızca “yanlış” ya da “hukuksuz” diye tanımlamak değil; bunların siyasal anlamını kavrayarak halkı harekete geçirecek politikalar üretmektir. Aksi halde rejim, her saldırısını yeni bir normal haline getirerek otoriterliğini