Türkiye’nin cumhuriyet tarihinin en sancılı dönemlerinden birini yaşadığı şüphesiz. Toplumsal adaletin, hukukun üstünlüğünün ve temel demokratik hakların her geçen gün biraz daha aşındığı, buna karşın umudun ve direnişin filizlerinin de bir o kadar inatla yeşermeye çalıştığı bir iklim bu. İktidar bloğunun, özellikle 2015 sonrası giderek artan bir ivmeyle ve 2017 referandumuyla perçinlenen “tek adam rejimi” tahayyülüyle, muhalefetin her rengine, eleştirel her sese karşı geliştirdiği baskı mekanizmaları, Türkiye’nin rotasını belirsiz bir karanlığa doğru çeviriyor. Bu yazıda, bu karartma operasyonlarının seyrini, özellikle ana muhalefet partisi CHP’nin yeni yönetimine ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na yönelik çok katmanlı kuşatmayı, bunun yanı sıra basına ve toplumsal muhalefetin diğer unsurlarına yönelen hukuksuzlukları, yaşanan somut olaylar üzerinden, kronolojik bir perspektifle ve derinlemesine irdelemeye çalışacağım.
2019 Yerel Seçimleri: Bir Kırılma Noktası ve İktidarın Hazımsızlığı
Her şeyden önce, mevcut baskı atmosferinin köklerini ve İmamoğlu’na yönelik özel husumetin başlangıcını anlamak için 2019 yerel seçimlerine dönmek gerekiyor. Özellikle İstanbul ve Ankara gibi metropollerin, uzun yıllar sonra iktidar partisinin elinden alınması, Cumhur İttifakı için büyük bir travma ve güç erozyonunun ilk somut işaretiydi. Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul’da elde ettiği zafer, sadece bir belediye başkanlığı değişimi değil, aynı zamanda iktidarın “yenilmezlik” mitosuna indirilen güçlü bir darbeydi. İktidarın bu sonucu hazmedemeyişi, Yüksek Seçim Kurulu üzerindeki tartışmalı etkisiyle seçimin iptal edilmesi ve ardından 23 Haziran’da tekrarlanan seçimde İmamoğlu’nun farkı daha da açarak kazanmasıyla tescillendi. Bu süreç, iktidarın, halk iradesini tanımama ve kendi lehine çevirmek için her türlü aracı kullanma eğiliminin açık bir göstergesiydi. İşte bu noktadan itibaren İmamoğlu, iktidarın bir numaralı hedefi haline geldi.
İmamoğlu’na Yönelik Sistematik Kuşatma: Yargı Kıskacından İdari Engellemelere
Göreve geldiği ilk günden itibaren Ekrem İmamoğlu ve yönetimindeki İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB), benzeri görülmemiş bir idari ve hukuki kuşatma altına alındı. Bu kuşatmanın en çarpıcı ve kamuoyunda en çok yankı bulan ayağı, şüphesiz “YSK üyelerine hakaret ettiği” iddiasıyla açılan ve siyasi yasak getirme potansiyeli taşıyan davaydı. Bir basın açıklaması sırasında kullandığı “ahmak” kelimesinin, dönemin İçişleri Bakanı’nın kendisine yönelik aynı ifadeyi kullanmasına bir cevap olduğu açıkken, bu sözlerin YSK üyelerine yönelik olduğu gibi zorlama bir yorumla dava açılması ve yargılama sürecindeki hız, hukuki değil siyasi bir amaç güdüldüğünü açıkça ortaya koyuyordu. İlk derece mahkemesinin verdiği mahkumiyet ve siyasi yasak kararı, istinaf ve Yargıtay süreçleriyle bir Demokles’in kılıcı gibi İmamoğlu’nun üzerinde sallandırılmaya devam ediyor. Bu davanın, özellikle yaklaşan seçimler öncesinde İmamoğlu’nu saf dışı bırakma, en azından enerjisini tüketme ve yıpratma amacı taşıdığı, sağduyulu her gözlemcinin ortak kanısıdır.
Paralel olarak İBB’ye yönelik “terörle iltisaklı personel” iddialarıyla başlatılan soruşturmalar da bu kuşatmanın bir diğer önemli parçası. Yüzlerce müfettişin İBB’ye gönderilmesi, somut delillerden ziyade algı operasyonlarıyla yürütülen bu süreçler, belediyenin itibarını sarsmayı ve çalışamaz hale getirmeyi hedefliyordu. İBB Meclisiluğu elinde bulunduran iktidar partisi üyelerinin, İstanbul halkının yararına olan pek çok projeyi keyfi gerekçelerle engellemesi, borçlanma taleplerinin reddedilmesi, merkezi hükümetin belediyeye kaynak aktarımında çıkardığı zorluklar, İmamoğlu yönetimini başarısız gösterme çabasının diğer yüzleriydi. Hatta, Taksim Gezi Parkı gibi simgesel alanların mülkiyetinin İBB’den alınıp vakıflara devredilmesi gibi adımlar, iktidarın İstanbul üzerindeki kaybını telafi etme ve İmamoğlu’nun hareket alanını daraltma arayışının tezahürleriydi.
CHP’de Değişim Rüzgarları ve Yeni Hedefler
2023 genel seçimlerinde muhalefetin yaşadığı hayal kırıklığının ardından CHP’de başlayan iç muhasebe ve değişim talebi, Özgür Özel’in genel başkanlığa seçilmesiyle yeni bir evreye girdi. Özel’in ve yenilenen parti yönetiminin, daha dinamik, toplumun farklı kesimleriyle daha yakın temas kuran, iktidarın antidemokratik uygulamalarına karşı daha net ve sert bir duruş sergileyen bir muhalefet çizgisi izleme vaadi, kamuoyunda bir beklenti yarattı. Bu değişim, iktidar tarafından da yakından izlenmekte ve potansiyel bir tehdit olarak algılanmaktadır.
Bu yeni dönemin en somut sınavlarından biri, Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) milletvekili Can Atalay hakkında verdiği hak ihlali ve tahliye kararının, Yargıtay 3. Ceza Dairesi tarafından tanınmaması ve AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunulmasıyla yaşanan anayasal kriz oldu. CHP yönetiminin bu hukuk darbesine karşı sergilediği net ve kararlı duruş, Meclis’te başlattığı “Adalet Nöbeti” gibi eylemler, iktidar blokunu rahatsız etti. İktidarın, yargı üzerindeki nüfuzunu kullanarak anayasal düzeni dahi hiçe sayabileceğini göstermesi, CHP’nin yeni yönetimine yönelik baskıların da artacağının bir işareti olarak okunmalıdır. Önümüzdeki yerel seçimler, CHP’nin bu yeni dinamikle nasıl bir sonuç alacağını ve iktidarın bu yeni muhalefet anlayışına karşı hangi argümanları ve araçları devreye sokacağını göstermesi açısından kritik önem taşıyor.
Yargının Bağımsızlığını Yitirmesi: Muhalefeti Dizayn Etmenin En Etkili Aracı
Türkiye’de yargının siyasallaşması ve iktidarın bir aracı haline gelmesi, son yılların en yakıcı sorunlarından biri. Muhalif siyasetçiler, belediye başkanları, gazeteciler, akademisyenler, sivil toplum aktivistleri ve hatta sıradan vatandaşlar, “terör örgütü üyeliği/propagandası,” “cumhurbaşkanına hakaret,” “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” gibi çoğu zaman içeriği boşaltılmış ve keyfi yorumlara açık suçlamalarla karşı karşıya kalıyor.
Gezi Davası’nda Osman Kavala, Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Can Atalay gibi isimlere verilen ağır hapis cezaları, AİHM kararlarına rağmen Kavala’nın yıllardır hukuksuzca tutuklu bulundurulması, hukukun nasıl siyasi bir intikam aracına dönüştürüldüğünün en acı örnekleridir. Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ başta olmak üzere HDP’li siyasetçilere yönelik davalar ve tutuklamalar da bu tablonun ayrılmaz bir parçası. Kayyum atamalarıyla halk iradesinin gasp edilmesi, belediye meclis üyelerinin görevden alınması, iktidarın yargıyı kullanarak siyaseti kendi istediği gibi dizayn etme çabasının somut göstergeleridir. Bu durum, sadece bireylerin özgürlüklerini ve adil yargılanma haklarını ellerinden almakla kalmıyor, aynı zamanda topluma yaydığı korkuyla genel bir sindirme politikasına hizmet ediyor. “Muhalif olursan, eleştirirsen başına bunlar gelir” mesajı, yargı eliyle topluma dayatılıyor.
Basın Özgürlüğü Can Çekişiyor: Susturulmak İstenen Gazeteciler ve Toplumsal Muhalefet
İktidarın hedefindeki bir diğer önemli alan ise basın ve ifade özgürlüğü. Eleştirel yayın yapan az sayıdaki gazete, televizyon ve internet sitesi, RTÜK aracılığıyla uygulanan fahiş para ve yayın durdurma cezaları, Basın İlan Kurumu’nun ilan ambargoları, vergi denetimleri ve akreditasyon engelleriyle ekonomik olarak boğulmaya çalışılıyor. Bağımsız gazeteciler ise gözaltı, tutuklama, haklarında açılan sayısız dava, fiziksel saldırı ve linç kampanyalarıyla sindirilmeye çalışılıyor. Merdan Yanardağ’ın bir yorumu nedeniyle aylarca tutuklu kalması, Tele1 ve Halk TV gibi kanallara yönelik sistematik cezalar, Barış Pehlivan, Murat Ağırel gibi araştırmacı gazetecilerin yaşadığı baskılar, bu acımasız tablonun sadece birkaç örneği.
“Dezenformasyonla mücadele yasası” adı altında çıkarılan ve kamuoyunda “sansür yasası” olarak bilinen düzenleme ise ifade özgürlüğüne vurulan son darbelerden biri oldu. Bu yasa, muğlak ifadelerle “halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak amacıyla” gerçeğe aykırı bilgiyi yaymayı suç sayarak, sosyal medya kullanıcıları ve gazeteciler üzerinde yeni bir baskı aracı oluşturdu.
Toplumsal muhalefetin diğer unsurları da bu baskıdan nasibini alıyor. Sendikaların eylem ve etkinlikleri kısıtlanıyor, öğrenci hareketleri polis şiddetiyle bastırılıyor, kadın örgütlerinin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararına karşı yürüttüğü mücadele kriminalize edilmeye çalışılıyor, çevre aktivistleri doğa talanına karşı direndikleri için “vatan haini” ilan edilebiliyor. En temel anayasal hak olan barışçıl gösteri ve yürüyüş hakkı fiilen ortadan kaldırılmış durumda. Boğaziçi Üniversitesi direnişi, 1 Mayıs kutlamalarına getirilen yasaklar, Onur Yürüyüşleri’ne yönelik orantısız müdahaleler, iktidarın toplumsal muhalefetin her türlü tezahürüne karşı tahammülsüzlüğünü gözler önüne seriyor.
Türkiye’nin Sürüklendiği Uçurum: Otoriterleşmenin Gölgesinde Bir Gelecek mi?
Tüm bu gelişmeler, bir yapbozun parçaları gibi bir araya geldiğinde, Türkiye’nin hızla demokratik hukuk devletinden uzaklaştığı, kuvvetler ayrılığının fiilen ortadan kalktığı, yargının yürütmenin emrine girdiği, temel hak ve özgürlüklerin kâğıt üzerinde birer temenniden ibaret kaldığı, otoriter bir rejime doğru sürüklendiğini gösteriyor. Bu gidişat, sadece siyasi alanı değil, aynı zamanda derinleşen ekonomik krizi, artan toplumsal kutuplaşmayı ve Türkiye’nin uluslararası arenadaki yalnızlaşmasını da beraberinde getiriyor. İktidar, halkın temel sorunlarına çözüm üretmek yerine, kendi bekasını sağlamlaştırmak için baskı, korku ve kutuplaştırma politikalarına daha fazla sarılıyor.
Ancak, bu karanlık tabloya rağmen umutsuzluğa kapılmak, iktidarın tam da istediği şeydir. Tarih, baskı rejimlerinin eninde sonunda halkın adalet, özgürlük ve eşitlik talepleri karşısında direnemediğini defalarca göstermiştir. Ekrem İmamoğlu’nun şahsında somutlaşan ve geniş kitlelerde karşılık bulan direnç, CHP’de başlayan değişim ve yenilenme arayışı, bedel ödemeyi göze alarak gerçekleri halka ulaştırmaya çalışan onurlu gazeteciler, hakları için mücadeleden vazgeçmeyen emekçiler, kadınlar, gençler, çevre savunucuları ve tüm demokrasi güçleri, bu karanlık gidişata karşı birer umut ışığıdır.
Önümüzdeki yerel seçimler, bu otoriter gidişata karşı demokratik bir mevzi kazanmak ve halkın iradesini yeniden güçlü bir şekilde ortaya koymak için önemli bir fırsattır. Ancak asıl mücadele, seçimlerden bağımsız olarak, hayatın her alanında, sokakta, fabrikada, kampüste, adliyede, yani emeğin, adaletin ve özgürlüğün olduğu her yerde verilecek kesintisiz bir direnişle mümkün olacaktır. Türkiye’nin aydınlık geleceği, bu direnişin örgütlülüğüne, dayanışmasına ve kararlılığına bağlıdır. Çünkü unutulmamalıdır ki, en koyu karanlık bile, en küçük bir ışık karşısında dağılmaya mahkumdur. Ve bu topraklarda, her türlü baskıya rağmen, adalet ve özgürlük umudu her zaman diri kalmıştır.