Voltaire, o keskin zekâsıyla, din ve ahlak arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlarken, adeta modern ateist düşüncenin bir öncülü gibi konuşur: Dinle ahlakı özdeşleştirirken, dinin zayıf ve cahil insanların ahlakı, ahlakın da bilge ve güçlü insanların dini olduğunu iddia eder. buna göre, bütün insanlar yeterince bilge, aklın sözünü dinleyecek kadar güçlü ve ahlak yasasını hayata geçirecek kadar dirayetli olsalardı eğer, dine gerek kalmazdı. Fakat durum böyle değildir ve dine bu yüzden ihtiyaç duyulmaktadır. Bu iddia, ilk bakışta elitist bir küstahlık gibi tınlasa da, altını kazıdığımızda, dinin ahlak üzerindeki hegemonyasına dair radikal bir sorgulama yatar. Acaba gerçekten de din, Voltaire’in işaret ettiği gibi, aklın ve içsel ahlaki pusulanın yetersiz kaldığı yerde devreye giren bir tür “koltuk değneği” midir? Yoksa mesele daha da derinlerde, dinlerin bizatihi ahlakı gasp ederek kendi varlıklarını meşrulaştırdığı bir tarihsel “suç ortaklığı” mıdır?
Ateist bir perspektiften bakıldığında, ahlakın kökenlerini ilahi bir buyruğa veya aşkın bir kaynağa dayandırma çabası, insanın kendi potansiyelini ve evrimsel mirasını küçümsemek anlamına gelir. Charles Darwin’in “İnsanın Türeyişi”nde işaret ettiği gibi, ahlaki duyguların temelleri, sosyal hayvanlarda gözlemlenen işbirliği, empati ve karşılıklılık (reciprocal altruism) gibi içgüdülerde yatar. Hayatta kalma mücadelesi, grup içi dayanışmayı ve bireylerin birbirlerinin refahını gözetmesini zorunlu kılmıştır. Primatolog Frans de Waal’ın çalışmaları, şempanzeler ve bonobolar gibi yakın akrabalarımızda adalet duygusu, teselli etme ve hilekârlığa karşı tepki gibi karmaşık sosyal davranışların varlığını kanıtlamıştır. Bu bulgular, ahlakın “yukarıdan” indirilmiş bir set kurallar bütünü olmadığını, aksine milyonlarca yıllık evrimsel süreçte, sosyal varlıklar olarak “aşağıdan yukarıya” doğru yeşerdiğini gösterir. Öyleyse, ilk insanlar mağaralarında ateşin etrafında toplanıp, henüz “Tanrı” kavramını dahi icat etmemişken, birbirlerine yardım etmenin, yiyeceği paylaşmanın veya grubu tehlikeye atanı cezalandırmanın “iyi” ya da “kötü” olduğuna dair temel bir sezgiye sahiptiler.
Dinlerin sahneye çıkışı ise çok daha sonraki bir gelişmedir. İnsan, bilinmeyene anlam verme, doğa güçlerini kişileştirme ve ölüm korkusuyla başa çıkma ihtiyacıyla mitler, ritüeller ve nihayetinde organize dinler yaratmıştır. Ludwig Feuerbach’ın “Hıristiyanlığın Özü”nde belirttiği gibi, Tanrı kavramı, insanın kendi idealize edilmiş özelliklerinin ve arzularının bir yansıması, bir projeksiyonudur. Bu süreçte dinler, zaten var olan ve toplumsal işleyiş için elzem olan ahlaki normları kendi bünyelerine katmış, onları kutsal metinler ve ilahi emirler olarak yeniden paketlemiştir. Bu, son derece zekice bir hamleydi; zira ahlakı Tanrı’ya atfetmek, dini kurumların otoritesini pekiştirmiş, toplumsal kontrolü kolaylaştırmış ve ahlaki kurallara uymayanları sadece toplumsal dışlanmayla değil, aynı zamanda ilahi gazapla da tehdit etme imkânı sunmuştur.
İşte tam da bu noktada, “dinler aslında ahlakı çalmıştır” gibi keskin bir görüş anlam kazanır. Dinler, insanlığın ortak evrimsel mirası olan ahlaki sezgileri ve toplumsal sözleşmeleri alıp, onlara doğaüstü bir yaptırım gücü ve kendi teolojik çerçevelerini ekleyerek sahiplenmiştir. Bertrand Russell’ın da çeşitli yazılarında işaret ettiği gibi, dinlerin ahlak anlayışı çoğu zaman keyfi, çağdışı ve hatta zararlı unsurlar içerebilir. Örneğin, belirli yiyeceklerin yasaklanması, kadınların ikincil konumda tutulması, farklı inançlara karşı hoşgörüsüzlük veya bilimsel gerçeklerin reddi gibi pek çok “ahlaki” kuralın, evrensel insani değerlerle veya rasyonel bir etikle pek de ilgisi yoktur. Bunlar, belirli bir dinin kendi iç tutarlılığını ve grup kimliğini korumasına hizmet eden, ancak ahlakın evrensel özünden sapan kültürel kodlardır.
Platon’un Euthyphro İkilemi bu noktada hayati bir soru sorar: “Bir şey Tanrı emrettiği için mi iyidir, yoksa iyi olduğu için mi Tanrı onu emreder?” Eğer ilk seçenek doğruysa, o zaman ahlak keyfidir ve Tanrı’nın herhangi bir emri (işkence, soykırım vb.) iyi kabul edilebilir. Eğer ikinci seçenek doğruysa –ki aklı başında her insanın kabul edeceği budur– o zaman ahlak, Tanrı’dan bağımsız bir standarttır ve Tanrı da bu standarda tabidir. Bu durumda, Tanrı’ya ahlakın kaynağı olarak ihtiyaç kalmaz; ahlak, insan aklı, empati ve toplumsal deneyimle keşfedilebilir ve geliştirilebilir.
Nietzsche’nin “Tanrı öldü” beyanı, bu bağlamda, sadece bir teolojik tespit değil, aynı zamanda insanın kendi değerlerini yaratma sorumluluğunu üstlenmesi gerektiğine dair felsefi bir çağrıdır. Tanrı’nın ölümüyle birlikte, ahlakın göksel dayanakları da çökmüş, insan kendi ahlaki pusulasını inşa etme özgürlüğüne (ve yükümlülüğüne) kavuşmuştur. Seküler hümanizm, tam da bu zeminde yükselir: İnsan onurunu, rasyonel düşünceyi, empatiyi ve bilimsel yöntemi temel alarak, evrensel ve adil bir ahlak sistemi kurma çabasıdır.
Sonuç olarak, Voltaire’in tespiti, ateist bir okumayla, dinlerin ahlakı tekellerine alarak, onu kendi varlık nedenlerinden biri haline getirmelerine yönelik güçlü bir eleştiriye dönüşür. Eğer ahlak, evrimsel kökenlere sahip, akıl ve empatiyle geliştirilebilen insani bir olguysa, o zaman bilge ve güçlü insanların, yani kendi ahlaki muhakemelerine güvenebilen bireylerin, ahlakı hayata geçirmek için doğaüstü bir otoriteye veya uhrevi bir motivasyona ihtiyacı yoktur. Dinler, tarih boyunca ahlakı bir araç olarak kullanmış, onu kendi dogmalarıyla sarmalamış ve bu “çalıntı” erdemler üzerinden kitleleri yönlendirmiştir. Ancak insanlık, aklın ışığında, bu ilahi vesayetten kurtulup, kendi ahlaki kaderini kendi ellerine alma potansiyeline her zaman sahip olmuştur ve olacaktır.