Kozmik Adaletin Sessizliği
İnsanlık tarihi boyunca, kolektif bilinçaltımızda derinlere kök salmış bir beklenti fısıldanır durur: Erdemli davranışlar mutlaka olumlu sonuçlar doğurur, özverili adımlar karşılıksız kalmaz, katlanılan zorluklar bir gün mutlaka mükafatlandırılır. Bu, adeta evrensel bir muhasebe defterinin tutulduğu, her eylemin artı ve eksilerle kaydedildiği naif bir inançtır. Ne var ki, varoluşun soğuk ve çoğu zaman kayıtsız gerçekliğiyle yüzleştiğimizde, bu teleolojik (erekçi) iyimserlik sarsılır. Zira Spinoza’nın “Deus sive Natura” (Tanrı ya da Doğa) kavrayışında işaret ettiği gibi, evren kendi içkin yasalarıyla işler; kişisel erdemlerimize veya ıstıraplarımıza göre bir rota çizmez. Bazen, iyi biri olduğumuz için başımıza iyi şeyler gelmeyebilir; evrenin işleyişi bizim ahlaki pusulamızla senkronize olmak zorunda değildir.
İyiliğin Kendi Kendine Yeterliliği: Kantçı Ödev Ahlakından Bir Yansıma
Bu durum, Immanuel Kant’ın “ödev ahlakı” (deontoloji) ile derin bir rezonans içindedir. Kant için ahlaki bir eylemin değeri, sonuçlarından veya getireceği mutluluktan bağımsızdır. Ahlakilik, “kategorik imperatif”e, yani her koşulda geçerli olması gereken evrenselleştirilebilir ilkelere uygun davranmaktan doğar. Dolayısıyla iyilik, dışsal bir ödül beklentisiyle değil, bizzat iyiliğin kendisi bir amaç olduğu için, akıl sahibi bir varlık olarak insanın kendi koyduğu ahlaki yasaya (otonomi) duyduğu saygıdan ötürü seçilir. İyi olmak, evrenden bir lütuf beklemek değil, kendi içsel tutarlılığımızın ve ahlaki bütünlüğümüzün bir gereğidir. Bu, bir nevi “arete” (erdem) arayışıdır; Aristoteles’in “Nikomakhos’a Etik” eserinde vurguladığı gibi, erdem kendi içinde bir amaçtır ve “eudaimonia”ya (iyi yaşama, mutluluk) giden yolda bir araç değil, bizzat yolun kendisidir.
Fedakârlığın Varoluşsal Anlamı: Bir Seçim Olarak Adanmışlık
İnsan ilişkilerinin karmaşık ve çoğu zaman irrasyonel doğası, çok fedakârlık yaptığımız için birinin bizi çok seveceği yanılgısını da beraberinde getirebilir. Fedakârlık, eğer bir karşılık beklentisiyle, bir tür duygusal yatırım olarak yapılıyorsa, çoğu zaman hayal kırıklığına mahkûmdur. Jean-Paul Sartre’ın “varoluş özden önce gelir” ilkesi ışığında bakıldığında, fedakârlık da insanın kendini nasıl tanımladığı ve dünyada nasıl var olmak istediğiyle ilgili radikal bir seçimdir. Bir başkası için yapılan fedakârlık, o kişiyi bize borçlu kılmaz veya sevgisini garanti etmez. Aksine, fedakârlığın gerçek değeri, bireyin kendi özgür iradesiyle, belirli değerlere (sevgi, sadakat, bir dava vb.) olan bağlılığının bir ifadesi olarak ortaya çıkmasında yatar. Bu, başkalarının onayından veya sevgisinden bağımsız, kişinin kendi varoluş projesine anlam katan bir eylemdir.
Çilenin Sessiz Onuru: Anlamsızlığa Karşı Bir Başkaldırı
Belki de kabullenmesi en zor olan gerçek, sırf eziyet çektiğimiz için dünyanın bizi ödüllendirmeyeceğidir. Albert Camus’nün “Sisifos Söyleni”nde betimlediği absürd kahraman gibi, insan bazen anlamsız görünen acılara ve zorluklara katlanır. Dünya, çektiğimiz acılara karşı bir “merhamet borcu” hissetmez. Ancak tam da bu noktada, çilenin değeri ortaya çıkar: Acıya rağmen ahlaki duruşunu korumak, zorluklar karşısında pes etmemek, insanın içsel gücünün ve onurunun bir kanıtıdır. Viktor Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı”nda belirttiği gibi, en zor koşullarda bile insanın elinden alınamayan son özgürlük, içinde bulunduğu duruma karşı takınacağı tavrı seçme özgürlüğüdür. Çile çekmek bir erdem değildir; ancak çileye karşı gösterilen metanet, irade ve ahlaki tutarlılık, insanın kendi varoluşuna yüklediği anlamın bir tezahürüdür.
Sonuç: Özgür İradenin Değer Yaratımı
Nihayetinde, iyilik, fedakârlık ve çile, insanın kendi içsel değerlerine ve ahlaki bütünlüğüne dair bir tercihtir. Onlar, kozmik bir takas ekonomisinin para birimleri değildir. Dışsal bir ödül sistemiyle değil, tam da bu özgür seçim ve içsel tutarlılıkla anlam kazanırlar. İnsanın kendi özgür iradesiyle seçtiği bir varoluş biçimi olarak anlam kazanır ve tam da bu yüzden değerlidirler. Bu eylemler, evrenin kayıtsızlığına rağmen, insanın kendi elleriyle inşa ettiği bir değerler dünyasının, bir “insanlık durumu”nun en soylu ifadeleridir. Kierkegaard’ın “varoluşsal sıçrama”sını andırır biçimde, bu seçimler, rasyonel beklentilerin ötesinde, insanın kendi varoluşuna anlam katma çabasının, kendi “ben”ini yaratma iradesinin bir yansımasıdır. İşte bu yüzden, tam da hiçbir dışsal garantisi olmadığı için, bu tercihler paha biçilemezdir.